NUMARALI
HADİS-İ ŞERİF:
حَدَّثَنَا
أَحْمَدُ
بْنُ
حَنْبَلٍ
حَدَّثَنَا
وَكِيعٌ
حَدَّثَنَا
زَكَرِيَّا
بْنُ
إِسْحَقَ
الْمَكِّيُّ
عَنْ يَحْيَى
بْنِ عَبْدِ
اللَّهِ بْنِ
صَيْفِيٍّ
عَنْ أَبِي
مَعْبَدٍ
عَنْ ابْنِ
عَبَّاسٍ
أَنَّ
رَسُولَ
اللَّهِ صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
بَعَثَ مُعَاذًا
إِلَى
الْيَمَنِ
فَقَالَ
إِنَّكَ تَأْتِي
قَوْمًا
أَهْلَ
كِتَابٍ
فَادْعُهُمْ
إِلَى
شَهَادَةِ
أَنْ لَا
إِلَهَ
إِلَّا
اللَّهُ
وَأَنِّي
رَسُولُ
اللَّهِ
فَإِنْ هُمْ
أَطَاعُوكَ لِذَلِكَ
فَأَعْلِمْهُمْ
أَنَّ
اللَّهَ افْتَرَضَ
عَلَيْهِمْ
خَمْسَ
صَلَوَاتٍ فِي
كُلِّ يَوْمٍ
وَلَيْلَةٍ
فَإِنْ هُمْ
أَطَاعُوكَ
لِذَلِكَ
فَأَعْلِمْهُمْ
أَنَّ اللَّهَ
افْتَرَضَ
عَلَيْهِمْ
صَدَقَةً فِي
أَمْوَالِهِمْ
تُؤْخَذُ
مِنْ
أَغْنِيَائِهِمْ
وَتُرَدُّ عَلَى
فُقَرَائِهِمْ
فَإِنْ هُمْ
أَطَاعُوكَ
لِذَلِكَ
فَإِيَّاكَ
وَكَرَائِمَ
أَمْوَالِهِمْ
وَاتَّقِ
دَعْوَةَ
الْمَظْلُومِ
فَإِنَّهَا
لَيْسَ
بَيْنَهَا
وَبَيْنَ
اللَّهِ
حِجَابٌ
İbn Abbâs (r.a.)'dan
rivayet edildiğine göre,
Resûlullah (s.a.v.)
Muâz'ı Yemen'e gönderirken ona şöyle buyurdu:
"Şüphesiz sen,
ehl-i kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdet etmeye davet et. Eğer onlar bunda
sana itaat ederlerse, Allah'ın onlara her gün ve gecede beş vakit namaz farz
kıldığını kendilerine bildir. Eğer onlar bunda da sana itaat ederlerse,
Allah'ın onlara mallarında zenginlerinden alınıp da fakirlerine verilen zekâtı
farz kıldığını kendilerine bildir. Şayet onlar bunda da sana itaat ederlerse,
mallarının iyilerini almaktan sakın. Mazlumun bedduasından da korun. Çünkü
onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur.
İzah:
Buhârî, zekât; Müslim,
iman; Tirmizî, zekât; Nesaî, zekât; İbn Mâce, zekât; Ahmet b. Hanbel 1-233;
Dârimî, zekât
Sahih-i Buhârî'nin
"kitabû'l-Meğâzî" bölümünde belirtildiğine göre Peygamber (s.a.v.)
Muâz'ı Yemen'e hicretin 10. yılı Veda Haccından önce göndermişti. Vâkıdî'nin
zikrettiğine göre ise, hicretin 9. yılı Tebûk Seferi dönüşü göndermişti.
Hicretin 8. yılı olan Mekke'nin Fethi senesinde gönderdiği de söylenmiştir. Bu
konu ihtilaflı olduğu gibi Muâz'ın Yemen'e vali olarak mı, yoksa kadı olarak mı
gönderildiği konusu da ihtilaflıdır. Askerî, Kitâbü's-Sahâbe'de vali olarak gönderildiğini
söylerken Ibn Abdilber de el-İstî'ab adlı eserinde o'nun kadı olarak
gönderildiğini ve Yemen'deki zekât memurlarının topladıkları zekâtları teslim
almakla görevlendirildiğini söylemektedir. Aslında İslâm'ın ilk zamanlarında
yönetim, diyanet, mâliye ve adliye ile ilgili işlerin hepsi vâlîler tarafından
yürütülüyordu. Bu sebeple O'nun her iki görevi yürütmek üzere gönderilmiş
olması da mümkündür. Resûlullah (s.a.v.) Yemen'i beş bölgeye ayırmış ve her
bölgeye bir sahâbî tayin etmişti. San'a bölgesine Hâlid b. Saîd; Kinde
bölgesine Muhacir b. Ebî Umeyye; Hadramevt bölgesine Ziyâd b .Lebîd; Cendel
bölgesine Muâz, Zebîd -Aden- bölgesine de Ebu Musa el-Eş'arî'yi göndermişti. Tirmizî'nin
tahrîc ettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.v.) Muâz'ı Yemen'e gönderirken
kendisine şu soruları sorduğu bildirilmiştir. Resûlullah (s.a.v.):
"Yemende ne ile hükmedeceksin ya Muaz?" Muâz
(r.a.):
Allah'ın kitabı ile...
"Kitab'da
bulamazsan ne yapacaksın!" Muâz (r.a.):
Resûlullah'ın sünneti
ile hükmederim, diye cevap verdi. "Ya sünnette de bulamazsan?"
Kendi re'yimle ictihad
ederim, cevabım vermiştir. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.):
"Resulünün
elçisini Resulünün hoşum! olduğu şeye muvaffak eden Allah'a hamd olsun"
buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.)
Muâz'ı gönderirken O'na ehl-i kitaptan (kendilerine Allah tarafından Peygamber
gönderilip kitap indirilen gayr-i müslim) olan bir kavme gideceğini belirtmesi,
kendisine yapacağı tavsiyeyi dikkatle dinleyip ona önem vermesini sağlamak
içindir. Zira ehl-i kitabın kültür seviyesi puta tapanlarınki gibi düşük
değildi. Bu nedenle onlarla kültür seviyelerine göre görüşüp konuşması
gerekiyordu. Belki de Resulullah (s.a.v.)'in ona yalnız ehl-i kitabı zikretmesi
bu durumlarından dolayıdır. Değilse, Yemen halkı yalnız ehl-i kitaptan ibaret
değildi. Nitekim Tıybî: "Yemenlilerin arasında ehl-i kitap olduğu gibi
müşriklerde vardı" demektedir. Bununla beraber orada Yahudiler çoğunlukta
olduğu içîn yalnız onların zikredilmesi de muhtemeldir. İslama davetin halkm
itikadı göz önünde bulundurularak yapılması gerektiğinden Resûlullah (s.a.v.)
Muâz (r.a.)'a kelime-i şehâdetten başlamasını emretmiştir. Zira onlar hem
Allah'a ortak koşuyor hem de Resûlullah (s.a.v.)'in risâletini tanımıyorlardı
veya kendilerine gönderildiğine inanmıyorlardı. Bu hususta Kadı Iyaz şöyle
demektedir:
"Resûlullah
(s.a.v.)'ın Muâz'a, Yemenlileri önce Allah'ı bir bilmeye ve Muhammed
(s.a.v.)'in Peygamberliğini kabul ekmeye davet etmesini emretmesi onların Allah
Tealâ'yı hakkıyla bilmediklerine delildir."
Yahudilerle
Hıristiyanların itikadları hakkında araştırmada bulunan Kelam âlimlerinin de
görüşü budur. Onlar her ne kadar ibâdet edip Allah'ı bildiklerine dâir bazı
deliller getirseler de hakikatte O'nu bilmemektedirler. Zira hıristiyanlar
İsa'nın, Yahudiler de Üzeyr'in Allah'ın oğulları olduklarını söylemektedirler.
Bunlar hakkında Kadı Iyâz:
"Allah'ı
yarattıklarına benzetip O'nu cisimleştiren Yahudilerle O'na çocuk veya zevce
isnâd edip O'na hulul, intikal ve intizâcı caiz gören Hıristiyanlar Allah'ı
bilmemektedirler. Binâenaleyh onlar, kendisine ibâdet ettikleri mâbudları için
"Allah" deseler de Allah, o değildir. Çünkü o vâcibü'l-vucûd olan
Allah'ın sıfatıyle mevsûf değildir. Şu halde Yahudilerle Hıristiyanlar Allah'ı
bilmiyorlar demektir" der.
Bunun için ehl-i kitâb
her şeyden evvel Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.v.)'in O'nun
Resulü olduğuna şehâdet etmeye davet edilmişlerdir.
Bâzı âlimlere göre Resûlullah
(s.a.v.)'ın Muâz'a Yemen'lileri önce kelime-i şehâdet getirmeye davet etmesini
emretmesi, kelime-i şehâdetin, dinin asıl temeli olmasındandır. Zira bu
olmazsa, hiçbir ibâdet ve amel geçerli olmaz.
İslâm dinine girebilmek
için kelime-i şehâdetin iki şıkkını söylemenin şart olduğunu söyleyen cumhura
göre, yalnız birisini söylemek kâfi değildir.
Peygamber (s.a.v.)
Muâz'a Yemenlilerin kelime-i şehâdeti getirmeleri hâlinde günde beş vakit namaz
kılmalarının farz olduğunu onlara bildirmesini emretmiştir. Buna da itaat
etmeleri halinde onlara zekâtın farz olduğunu bildirmesini emretmiştir.
Peygamber (s.a.v.)
Muâz'ı gönderirken O'na niçin halkı oruç ve hacca da davet et diye emretmedi?
Sorusuna İbn es-Salâh şöyle cevap vermiştir: "Oruçla haccın bu hadiste
zikredilmemesi, râvilere aît bir hatadan dolayıdır. Yoksa Peygamber (s.a.v.)
onları da zikretmiştir." Ancak bu cevap âlimler tarafından rağbet
görmemiştir. Çünkü bu görüşün kabul edilmesi, birçok hadis-i şerife şüpheyle
bakmaya götürecektir. Bu hususta Kurtûbî şöyle demektedir: "Bu hadis,
meşhurdur. Resûlullah (s.a.v.) onları zikretseydi mutlaka bize nakledilirdi.
Nakledilmediğine göre Resûlullah (s.a.v.)'ın onları söylemediği anlaşılıyor.
Buna sebeb o zaman Yemenlilere nispetle daha mühim olan şeyleri bildirmek
istemiş olmasıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.)'ın âdeti buydu."
Her ne kadar bazıları
"Oruçla hac o zamanlarda farz kılınmadığı için bu hadiste
zikredilmemiştir" demişse de, bu doğru değildir. Çünkü oruç hicretin
ikinci; hac ise, dokuzuncu yılında Muâz (r.a.) Yemen'e gönderilmeden önce farz
kılınmıştır. Muaz'ın Yemen'e gönderilmesi, Peygamber (s.a.v.)'in son
icraatlarındandır. Resûlullah (s.a.v.), o geri dönmeden önce vefat etmiştir.
Âlimlerin çoğunun görüşü budur.
Kâfirler ibâdetlerle
mükellef midir?
Bu hadis kâfirlerin
namaz, zekât ve diğer ibâdetlerle mükellef olmadıklarını söyleyen âlimlern
delillerindendir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) hadiste geçen farzları tertib üzere
beyân etmiş, önce şehâdet, sonra namaz ve ondan sonra zekâtı emretmiştir. Şunu
hemen belirtelim ki, kâfirlerin imân etmekle mükellef oldukları hususunda
âlimler arasında ihtilâf yoktur. 1567 no'lu hadisin açıklamasında da
belirtildiği gibi kâfirlerin namaz, zekât ve diğer ibadetlerin farz olduğunu
inkâr ettikleri için âhiret günü cezalandırılacakları hususunda da ihtilâf
yoktur. Ancak ihtilâf, onların dünyada namaz, zekât, oruç ve diğer ibâdetleri
yapmakla mükellef olup olmadıkları, dahası bu ibâdetleri yapmadıkları için
ayrıca azab görüp görmeyecekleri hususundadır.
Mâlikî'lerin sahih
kavline göre kâfirler, ibâdetleri edâ etmekle mükelleftirler. Dolayısıyla
küfür azabından başka bir de farzları yerine getirmeyip haram işledikleri için
ayrıca azab göreceklerdir. Bu grub; "Kâfirler ibâdetleri yapmakla mükellef
olmakla beraber bu ibâdetleri, ancak İslâm'a girmeleri halinde geçerli
olur" görüşünde olup "bu hadisteki sıralama dine davet etmede
kullanılan bir sıralamadır. Farzlar arasında yapılan bir sıralama değildir.
Zira bu hadiste zekât hemen namazdan sonra zikredilmiştir ki, ikisinin
arasında farziyyet yönünden hiçbir tertib yoktur" demişlerdir.
Hanefî, Şafiî ve
Hanbelîlere göre ise kâfirler, ibâdetleri edâ etmekle mükellef değildirler.
Çünkü küfürle beraber ibâdetleri edâ edemezler. Zira ibâdetleri edâ etmenin bir
şartı da imandır. Binaenaleyh küfür azabından başka azab görmeyeceklerdir.
Bu hadiste geçen
"sadaka" kelimesi, zekât manasınadır.
Peygamber (s.a.v.)
zekâtın, zenginlerin mallarından alınıp fakirlere verilmesini emrederken,
zekât memurlarını da malların en iyisini seçip almaktan nehyetmiştir. Zira
zekât, fakirlere bir yardım olarak meşru kılınmıştır. Binaenaleyh zekât
alırken mal sahiplerini mağdur etmemek gerekir. Ama mal sahipleri, mallarının
en iyilerini gönül hoşnutluğuyla verirlerse, bir önceki hadiste de görüldüğü
gibi verdikleri zekât kabul edilir.
"Zenginlerinden
alınıp da fakirlerine verilen zekât..." sözündeki "zenginler"
kelimesi, bir lafz-ı âmmdır diyen Şâfiîler, çocuk ve delinin malından zekât
vermek gerektiği görüşündedirler. Hanefîler ise, zekâtın farz olması için akıl
ve bulûğun şart olduğunu söyleyip çocukla delinin malından zekât verilmeyeceği
kanaatindedirler. Ayrıca "ağniyâ..."daki zamir gibi mükellef onlara
râci olduğunu çocnkla delinin ise, mükellef olmadıklarını söyleyip öbür gruba
cevap vermişlerdir.
Yetimin malından zekât
verilip verilmeyeceği hususunda âlimler arasında ihtilâf vardır:
Ömer, Ali, Âişe, Câbir,
İbn Ömer (r.anhum), Mâlik, Şafiî, Ahmed, Atâ, Tâvûs, Mücâhid, İbn Şîrîn ve
İshâk b. Rahûye'ye göre yetim malından zekât vermek farzdır.
Süfyân es-Sevrî,
Abdullah b. el-Mübârek, Ebû Vâil, Saîd b. Cübeyr, Nehaî, Şa'bî, Hasan el-Basrî
ve Ebû Hanîfe ile arkadaşlarına göre yetim malından zekât vermek gerekmez. Bu
hususta Saîd b. el-Müseyyeb; "Zekât ancak kendilerine namaz ve oruç farz
olanlara vâcibtir" demiştir.
"... fakirlerine
verilen..." sözünden bazıları "zekâtın sekiz sınıftan yalnız bir
sınıfa verilmesinin kâfi olacağı hükmünü istinbat etmişlerdir. İmam Mâlik, bu
görüştedir. O'na göre halife bir maslahat görürse, zekâtı yalnız bir sınıfa
verebilir. Diğer âlimler bu görüşü kabul etmeyip "Peygamber (s.a.v.)'in
bu hadiste yalnız fakirleri zikretmesi, onların diğer sınıflardan daha çok
olmalarından dolayıdır" demişlerdir.
Bazı âlimler bu hadisle
istidlal ederek zekâtın toplandığı beldeden başka bir beldeye
nakledilmeyeceğim söylemişlerdir. Ömer b. Abdülaziz'in bu görüşte olduğu
söylenir. Bununla ilgili Malumat 1625 no'lu hadisin açıklamasında gelecektir.
sözüyle Peygamber
(s.a.v.) Muâz'm, mazlumun bedduasından sakınmasını emretmiştir. Resülullah
(s.a.v.)'in bu cümleyi "mallarının iyilerini almaktan sakın"
cümlesinden hemen sonra zikretmesinde mal sahiplerinin rızası olmadan malın
iyisini almanın zulüm olduğuna işaret edilmekle beraber, her türlü zulümden
sakınmanın gerekliliğini de ikaz vardır. Yani Peygamber (s.a.v.) Muâz'a, hakkın
olmayan şeyi almakla zulmetme, kimseye zarar verme ki sana beddua etmesin.
Zira zulme uğrayanın bedduası anında kabul olunur" diye nasihatta
bulunmuştur.
"Çünkü onunla
Allah arasında hiçbir perde yoktur" cümlesinden maksad, o bedduanın
reddedilmeyerek derhal kabul olunmasıdır. Hatta sahibi, günahkâr bile olsa,
günâhı o bedduanın kabul edilmesine engel değildir. Zira imam Ahmed'in Ebû
Hüreyre'den merfû olarak rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.v.):
"Mazlumun bedduası kabul olunur. Şayet günahkâr ise, günahı
boynundadır" buyurmuştur.